Hasan Turgut, Berkay Uluç’la Vüs’at O. Bener edebiyatı üzerine konuştu.
Hasan Turgut: Türkçede 1950 sonrası koşullarda giderek güçlenmeye başlayan avangart edebiyatın temsilcilerinden biri olan Vüs’at O. Bener aynı zamanda pek çok türde eser vermiş çok yönlü bir yazar. Kanonda kendisine yer bulmasına karşın kuşağının diğer üyeleri kadar tanınmayan ve öne çıkmayan bir figür. Bunu neye bağlayabiliriz? Bener’in tarihselleştirilmesi sırasında ortaya çıkan sorunlar neler? Ama hepsinden önemlisi Bener nasıl bir yazar?
Berkay Uluç: Öncelikle Bener’in zor bir yazar olduğunu söyleyerek başlamak lazım sanırım. Bener metinlerinde kelime tercihlerinden cümle yapısına noktalamadan zamansal kurguya etkisini hissettiren bir dil meselesi var ve bu nedenle bu metinler okura rahat bir okuma deneyimi vadetmezler. Bener’in kendisi de bu zorluk meselesinin farkında. Murat Yalçın’la yaptığı söyleşide “düşman bellediğim için boğuşup durdum dilimle” diyor, bazı başka söyleşilerinde dili müziğe ya da matematiğe dönüştürmekten bahsediyor. Bener’deki bu dil meselesinin bazı okurları tarafından ciddiye alınıp irdelendiğini bildiğimiz gibi bazı başka okurları tarafından da Bener’i değersizleştirmek için kullanıldığını biliyoruz.
Belki dil meselesi kadar başat olmasa da tür meselesinin de onu hem kanona soktuğunu hem de kanondan uzaklaştırdığını söyleyebiliriz. En çok öykücülüğüyle bilinen Bener’in oyun, roman, şiir gibi pek çok türde eseri var, ama tür meselesinde asıl soruyu daha önce Orhan Koçak’ın da sorduğu otobiyografi mi kurmaca mı sorusu oluşturur—Bener metinleri, Reyhan Tutumlu’nun çalışmasında da ortaya koyduğu gibi, belirli bir otobiyografik referansı hep sabit tutan metinler. Bu kurucu otobiyografi sorusunun yanı sıra Bener metinleri günlük, anı, sanatçı romanı gibi türsel geleneklere de göz kırpan metinler, bir yandan da Kapan gibi son dönem eserlerinde türsel tutum hepten bulanıklaşıyor. Dolayısıyla Bener’de türsel çeşitlilik bazen türsel bir karmaşaya dönüşebiliyor—bu karmaşa da Bener’i hem tanımlayan hem de onu kanonun biraz dışına iten bir mesele olabilir.
Bener nasıl bir yazardır sorusuna başka cevaplar da verilebilir, ama ben son olarak Bener’in kendisini yazarlık mesleğinden uzakta konumlandırma çabasından bahsetmek istiyorum. Çiğdem Öztürk’le Açık Radyo için yaptığı (sonradan Roll’da basılan) söyleşisinde ben edebiyat yapmıyorum, kendimi yazar olarak görmüyorum gibi sözler ediyor. Bu yazarlık karşıtı tutum Bener’in yazı ve yaşam arasında edebiyat kurumunu aşan bir geçişkenlik aradığını gösterebileceği gibi alttan alta bir sitem ifadesi de olabilir. Bener metinlerinde hep yazamadığını yazan ama bir yandan da okunmadığından, değer görmediğinden dert yanan bir yazar. O yüzden ben yazar değilim derken belki bir savunma mekanizması işletiyordur. Siz beni okumuyorsanız ben de zaten edebiyat yapmıyorum, gibi.
Bener metinlerinde hep yazamadığını yazan ama bir yandan da okunmadığından, değer görmediğinden dert yanan bir yazar.
HT:Monograf dergisinin son sayısında yayımlanan “Vüs’at O. Bener: A Political Author” başlıklı makalende pek çok eleştirmenin Bener analizini tartıştığını okuyoruz. Bu eleştirilere baktığımızda Bener edebiyatında öznelliğin ve Ben’in sorunsallaştırıldığına dair genel bir konsensüs olduğunu görüyoruz. Sen de yazarın pek çok röportajında “boğuşma” (wrestling) sözcüğüne özel vurgu yaptığını söylüyorsun. Bener’in öznesi/kendisi kabaca neyle boğuşuyor? Bu boğuşmayla elde edilmek istenen şey/ler ne?
BU: Bener gerçekten de pek çok söyleşisinde dille ilişkisini bir “boğuşma” hali olarak ifade ediyor. Fakat az önce de üzerinde durduğumuz bu dil boğuşmasını bir oyunlu metinler yaratma çabası olarak değil de öznelliği yazıya aktarma isteğinden doğan bir kriz olarak okumak lazım. Bu açıdan bence en iyi Bener okumasını Bilge Karasu önermiştir. 1952’de Bener’in Dost’u için Seçilmiş Hikâyeler’de yazdığı (sonradan Virgül’de yeniden basılan) yazısında Bener’de bir “Ben ekonomisi” işlediğini söylüyor ve ekliyordu: “Konuşan ‘Ben’lerin ufak tefek aykırılıklarını, düşünen ‘Ben’ler ortadan kaldırıyor. . . . Her hikâyede aynı kişidir bu düşünen ‘Ben’. Kötümser, şizoiddir.” Öte yandan Karasu’dan sonra Bener’deki öznellik meselesi üzerine düşünen diğer okurlar da benzer yerlerde dolaşmışlardır. Semih Gümüş “kişilik çözülüşü”nden, Orhan Koçak “iç savaşı da andıran bir iç konferans”tan, Nurdan Gürbilek “Ben’i karşıt taraflara bölerek göreceleştiren özne”den, Reyhan Tutumlu “Ben’lerin monoloğu”ndan bahseder. Soruna geri dönersek… Bener öznesinin pek çok şeyle boğuştuğunu söyleyebiliriz, ama sanırım en temelde iç dünya deneyimini tüm karmaşıklığıyla yazıya dökme çabasını kaydetmeliyiz.
Öte yandan Bener öznesi çoğu metinde başkahraman ve anlatıcı olmakla yetinmez, okuduğumuz metnin yazarı olarak da belirir. Yani Bener’in “Ben ekonomisi” figürlerinden bir diğerinin de “yazan Ben” olduğunu söyleyebiliriz. Dahası bu yazar figürü, en çok Bay Muannit Sahtegi’nin Notları'nda ortaya çıktığı gibi, sürekli yazmakta olduğu yazının hem ne kadar kurtarıcı hem de ne kadar işlevsiz olduğunu kaydeden bir figür. Nihayetinde Bener öznesi edebiyatın kendisiyle de boğuşur, diyebiliriz.
Bener öznesi çoğu metinde başkahraman ve anlatıcı olmakla yetinmez, okuduğumuz metnin yazarı olarak da belirir. Yani Bener’in “Ben ekonomisi” figürlerinden bir diğerinin de “yazan Ben” olduğunu söyleyebiliriz.
HT: Makalende Bener’in metinlerine ilişkin dolaşımda olan belli başlı okumalara itiraz ediyorsun. Bunlardan biri, bireyin iç dünyasıyla toplumsal koşullar arasındaki hiyerarşiye ilişkin. Halbuki Bener’in yazılarında karşımıza çıkan bölünmüş Ben’in içsel-dışsal, özel-kamusal, bireysel-kolektif gibi ayrımları radikal şekilde sarsan bir özellik taşıdığını söylüyorsun. Bu da bizi “sağlık” (health) meselesine ulaştıran şey sana göre. Örneğin Bay Muannit Sahtegi’den yaptığın şu alıntı önemli: “Bazı kararlar almalıyım. Gıdamı bu denli savsaklamamalıyım bir kez. Alt dişetlerim çekilmiş. Güçsüzüm. Ne olursa olsun birkaç satır yazmayı sürdürmeliyim. Oynatacağım yoksa. Terör, günlük yaşamın – giderek, irkiltmez alışkanlığı”. Buradan hareketle Bener’in Ben’ini biraz daha açalım istiyorum. Bener’de Ben üzerine düşünmek bize hangi tartışmaları yapmayı sağlıyor?
BU: Bener okumalarına baktığımızda temelde iki hat varmış gibi geliyor bana. Birinci hat diğer 1950 kuşağı yazar ve şairlerinin de ilk eserlerini verdikleri zamandan bu yana maruz kaldıkları bir yargı üzerine kurulu. Bener gibi modernistler hep sadece bireyi anlattıkları, metinlerinde siyasete, topluma, tarihe dair bir şey bulunamayacağı üzerinden başarısız ilan edilmişlerdir. Bener’in bu yargıdan haberdar ve şikayetçi olduğunu biliyoruz. Yine aynı Açık Radyo söyleşisinde “angaje” bir yazar olmak istemediğinden, metinlerini mesaj vermek için yazmadığından bahsederken siyasal bir kaygısı olmadığına dair eleştirilerle de dalaşıyor.
Bir kısmını az önce andığım daha çağdaş okumalara baktığımızdaysa bu okumaların Bener metinlerini bu modernizm karşıtı tutumdan kurtardıklarını görüyoruz. Bu okumalarda da Bener’in bireyciliği öne çıkıyor, ama bu sefer bu bireysel içerik Bener modernizmini tanımlayan, onu iyi yazar yapan en temel özellik olarak sunuluyor. Fakat bu okumalarda Bener’deki öznellik meselesi dil, yabancılaşma, beden, etik gibi temalarla ilişki içinde incelenirken Bener’deki iç dünyanın siyasal içerikleri yeteri kadar ilgi görmemiş gibi geliyor bana. Başka bir ifadeyle Bener’deki Ben sorunsallaştırmasını ciddiye alıp inceleyen okurlar bu meseleyi nihayetinde bir iç dünya-dış dünya ayrımı üzerinden okumuşlar, bu durumda da Bener öznesinin siyasetle, toplumla, tarihle ilişkisi metne bağlam sağlayan bir arka plan öğesine indirgenmiş gibi geliyor.
Ben bu noktada alternatif bir okuma öneriyorum ve Bener öznesinin bireyselleştiği yerde siyasallaştığını, iç dünyasına baktığında evrensel tarihi gördüğünü, bedensel arızalarıyla uğraşırken kamusal arızalarla da uğraştığını söylüyorum. Daha önce başka okurlarının da ama en çok Nurdan Gürbilek’in incelediği sağlık meselesi de burada devreye giriyor. Bener öznesi sık sık hastalanan, hastalandıkça da sağlık arayışına giren bir öznedir. Senin sorunda andığın Sahtegi alıntısı bu açıdan önemli çünkü Bener’deki yazı meselesiyle sağlık meselesinin ilişkisini ortaya koyarken bu ilişkinin siyasal bir temeli olduğunu da açığa çıkarıyor. Bay Sahtegi gibi, Bener’in diğer özneleri de ruhsal ve bedensel krizlerini anlatırken kendilerini siyasal, toplumsal ve tarihsel müzakerelerin içinde buluyorlar.
Bu meseleyi belki birazdan başka örneklerle de açarız, ama Bener’de Ben üzerine düşünürken kaydetmemiz gereken bir nokta var. Bener öznesi derken toplumsal beklentilerle barışamayan, sürekli parasız kalan ya da hastalanan aykırı bir özneden söz ediyoruz, ama bu özne—sanırım “Havva” hariç—hep erkek bir özne. Başka aykırılıklarının yanında başka ayrıcalıkları da var. Dolayısıyla Bener’in ben sorunsallaştırmasının vaatlerini konuşurken bu öznelliğin koşullarını ve sınırlarını da atlamamak lazım.
Bener öznesinin bireyselleştiği yerde siyasallaştığını, iç dünyasına baktığında evrensel tarihi gördüğünü, bedensel arızalarıyla uğraşırken kamusal arızalarla da uğraştığını söylüyorum.
HT: Yazında Buzul Çağının Virüsü’nün başkahramanı Osman Yaylagülü’nün hayatından kimi parçalar paylaşıyorsun ve bunları Gilles Deleuze’ün “delirium” kavramıyla okuyorsun. Bu parçalar o kadar semptomatikler ki, Bener’de bireysel durumun dünya-tarihsel gerçeklikle nasıl iç içe geçtiğini açıkça gösteriyorlar. Okurların dikkati, gündelik bir sahneden hızla İspanya İç Savaşı, Filistin sorunu, Asala cinayetleri gibi siyasi krizlere çekiliyor. Osman Yaylagülü’nün naklettiği deneyimler Bener edebiyatına dair bize ne söylüyor? Delirium kavramı bu noktada ne tür bir işlev görüyor?
BU: Türkçede “hezeyan,” “sayıklama,” “sabuklama” gibi kavramlarla karşılanan “delirium,” Deleuze ve Guattari’nin psikolojizm akımlarına, en çok da psikanalize yönelttiği eleştirinin anahtar kelimesi. En temel tartışmayı Anti-Ödipus: Kapitalizm ve Şizofreni’de sunuyorlar. Freud’u Alman yargıç Daniel Paul Schreber’in Bir Sinir Hastasının Anıları kitabındaki sayıklamalarını ödipal bir arzu krizine indirgediği için eleştiren Deleuze ve Guattari, Schreber’in sayıklamalarının kişisel ya da ailesel değil ırkları ve evrensel tarihi kat eden bir biçimde siyasal ve ekonomik olduğunu söylerler. Bu tartışma Deleuze’ün neredeyse tüm eserlerinde beliriyor ama sanırım en öz halini Kritik ve Klinik’te alıyor. Burada sayıklama meselesi Deleuze’ün edebiyat ve sağlık tartışmasına bağlanıyor. Deleuze’e göre edebiyat sağlık vaadini yazarın çocukluk krizlerini yazıda dindirerek değil yazara tüm tarihsel yüküyle beraber sayıklamayı dilde kat etme ve kişisel sağlığını aşan bir sağlık formu yaratma olanağı vererek gerçekleştirir. Deleuze nihayetinde Nietzsche’den ilham alarak yazarın hasta değil, hekim olduğunu söyler.
Tabii hem psikanaliz hem Deleuze benim burada sunduğumdan çok daha karmaşık, ama ben Deleuze’ün önerdiği biçimde bir sayıklama fikrinin Virüs’ün başkahramanı Osman Yaylagülü’nü anlamamız için önemli olduğunu düşünüyorum. Roman boyunca iç diyalogunu yazıya aktarmak için debelenen Osman’ı bazı sahnelerde tam da böyle bir siyasal ve ekonomik müzakerenin içinde buluruz. Bu tür sahneler Virüs’ün ana malzemesini oluşturmazlar, ama o kadar yoğunlar ki senin de dediğin gibi “semptomatik” bir hal alıyorlar. Bu açıdan bence en önemli sahnede Osman bir kapı çalma arasında Lorca’yı hatırlayıp—burada alıntı yapacağım—“ensesi kalın, sömürgen devletlerin, birbirine düşürerek ‘mazlum’ ulusları, kışkırtarak bağnazlıkları, dikta delilerini, silah pazarına dönüştürdükleri ülkelerin, o yüzden solda sıfır virgüllere tekerlenen adlarını say say bitmez para birimleri, ana kuzusu bebeleri boğazlamak, tazı belli delikanlıları, çiçek kokulu kızları, didinen, üreten köylüleri, işçileri, aydın kafaları, koyunları sıcacık ana-babaları, mutlu ölümler uman nineleri, dedeleri, kestirmesi” diye bir sayıklamaya girişiyor. Yine başka bir sahnede birdenbire Filistin’den, İngiltere’nin Falkland çıkarmasından ve Cezayir’deki toplu mezarlardan bahsetmeye başlıyor. Ama Deleuzecü sayıklama fikrinin bir Bener okuması için yararlı olacağı başka sahalar da var. Bu açıdan sanırım en ilginç örnek geç dönem eserlerinden Kapan’da yayımlanan “Sayıklama” parçası. Burada özne söze “İç hesaplaşmayı yüzeyden almamalı” diye başlayıp “linç, asma, kesme,” “cinayet furyası” ya da “Savaşı nasıl açıklamalı” gibi laflar ettiği bir sayıklamaya sürükleniyor. Şunun altını çizmek istiyorum: Siyasal olmadığı için yerilen ya da bireyi çok iyi anlattığı için övülen Bener’in dille boğuştuğu metinlerindeki iç dünya anlatılarının ortasında okuruz bu cümleleri. Dolayısıyla Bener’in Ben sorunsallaştırması para birimlerinden, toplu mezarlardan ya da savaşlardan, bu koskocaman siyasal ve ekonomik içerikten ayrı düşünülemez.
Ama burada şunu da atlamamak lazım: Bener öznesi bazı krizleri kaydederken bazılarını da kaydetmeden geçiyor ya da evrensel tarihi sayıklarken resmi tarihe de sürüklenebiliyor. Deleuze sayıklamanın iki ucu olduğunu söyler: Bir uçta mazlum bir halk ihtimali belirirken diğer uçta egemenlerin siyaseti durur ve yazarlar edebiyatın sağlık vaadini bu iki uç arasında salınarak araştırırlar. Bener öznesi için de benzer bir salınımdan söz edebiliriz.
Bener’in Ben sorunsallaştırması para birimlerinden, toplu mezarlardan ya da savaşlardan, bu koskocaman siyasal ve ekonomik içerikten ayrı düşünülemez.
HT: Yaygın okumanın aksine Bener’in politik bir yazar olduğunu söylüyorsun. Üstelik bu politiklik sadece Türkçedeki edebi modernizme yönelik paradigmatik okumaya değil, Üçüncü Dünya edebiyatı olarak literatürde yer edinen tartışmalara da açılım getirme potansiyeli taşıyor. Burada özellikle üzerinde durduğun yazı, Fredric Jameson’ın “Çokuluslu Kapitalizm Çağında Üçüncü Dünya Edebiyatı” isimli makalesi. Jameson, Aijaz Ahmad’dan defansif bir karşılık aldığını da bildiğimiz yazısında Üçüncü Dünya ülkelerindeki edebiyatların bireysel durumu doğrudan doğruya siyasala bağlamasından övgüyle söz eder senin de tartıştığın gibi. Vüs’at O. Bener edebiyatı bu noktada nerede duruyor? Bu verimli ama özcü analiz karşısında neler vadediyor?
BU: Jameson’ın 1986 tarihli yazısının üzerinden çok yıllar geçti ve yazı hem çok eleştirildi hem de çok savunuldu. Bu yazısında Jameson, kapitalist Batı toplumlarında üretilmiş edebiyatlar kendilerini öznelliğe hapsederken sömürgecilik ve emperyalizmin şiddetinden geçmiş edebiyatların en bireysel hikayeler anlattıklarında bile zorunlu olarak bireyselle siyasal arasındaki sınırı alaşağı ettiklerini öneriyordu. Yazının bence en “özcü” kısmı ise Jameson’ın üçüncü dünya edebiyatlarının bireyselle siyasal arasındaki sınırı aşmak için kullandıkları tek aracı “ulusal alegori” olarak işaretlemesi. Bir cümleyle özetlersek, Jameson’a göre üçüncü dünyadaki bireyin hikayesi siyasaldır çünkü ulusu temsil eder.
Jameson’ın tezi Bener’e dair siyasal bir okuma için hem yararlı hem de eksik. Bener’in bireyselleştiği yerde siyasallaştığını söyledim, ama bu siyasallaşma Türkiye’nin ulusal alegorisiyle ya da gecikmişlik, Doğu-Batı ikilemi gibi temalarla gerçekleşmiyor. Bu tür temalar Bener’de yok değil, ama Bener öznelerinin ulusal sınırları aşan müzakerelerinin yanında epey cılız kalıyorlar. Özetle şöyle bir şey öneriyorum: Bireyci Bener’in Filistin’den Falkland Adaları’na uzanan bir ölçekte kapitalizm ve sömürgecilik tarihlerini, cinayetleri, savaşları sayıklayan öznesinin siyasal kaygısı ulusal alegori gibi dar bir çerçeveye sığmıyor. Öte yandan Jameson üçüncü dünyayı ulusal alegoriye sıkıştırırken dünya edebiyatı endüstrisinin de çeperden gelen yazarları kendi memleketlerinin hikayelerini anlatmakla görevlendirdiğini biliyoruz. Ben bu noktada (aslında Jameson’ın da hep destek aldığı) Deleuze’e başvuruyorum yine. Claire Parnet ile söyleşisinde “Tüm dünya hakkında sabuklarız” gibi bir laf ediyor. Siyasal olmadığı söylenen, eserlerinde de mesaj vermek istemeyen Bener, kendi memleketlerini anlatmaları beklenen yazarların da tüm dünya hakkında sayıklayabileceklerini gösteriyor ve edebiyat ve siyaset arasında daha sınırsız bir ihtimali araştırıyor, diyebiliriz.
Referanslar
Vüs’at O. Bener ve Murat Yalçın, “Vüs’at O. Bener: Düşman Bellediğim İçin Boğuşup Durdum Dilimle,” Varlık Kitap Eki 1023 (1992), 12.
Vüs’at O. Bener ve Çiğdem Öztürk, “Anonim Bir Tablet,” Roll 99 (2005), 46-47.
Bilge Karasu, “Dost,” Virgül 20 (1999), 46-47.
Semih Gümüş, Kara Anlatı Yazarı: Vüs’at O. Bener, Adam, 2000.
Orhan Koçak, “Vüs’at O. Bener’de Kurmaca ve Otobiyografi: Yazı Kurtarır mı?,” Vüs’at O. Bener: “Bir Tuhaf Yalvaç”içinde, haz. Alpagut Gültekin, Norgunk, 2004, 17-30.
Nurdan Gürbilek, “Anlatabilmeliydim,” Vüs’at O. Bener: “Bir Tuhaf Yalvaç” içinde, 31-47.
Reyhan Tutumlu, Yaşamasız Yazabilmek: Vüs’at O. Bener’in Yapıtlarına Anlatıbilimsel Bir Yaklaşım, Metis, 2010.
Gilles Deleuze ve Félix Guattari, Anti-Ödipus: Kapitalizm ve Şizofreni 1, çev. Fahrettin Ege, Hakan Erdoğan ve Mustafa Yiğitalp, Bilim ve Sosyalizm, 2012.
Gilles Deleuze, Kritik ve Klinik, çev. İnci Uysal, Norgunk, 2007.
Gilles Deleuze ve Claire Parnet, Gilles Deleuze from A to Z, çev. Pierre-André Boutang, yön. Charles J. Stivale, Semiotext(e), 2011.
Fredric Jameson, “Çokuluslu Kapitalizm Çağında Üçüncü Dünya Edebiyatı,” çev. Kemal Atakay ve Tuncay Birkan, Modernizm İdeolojisi: Edebiyat Yazıları içinde, haz. Orhan Koçak ve Tuncay Birkan, Metis, 2008, 365-396.